25 Aralık 2007 Salı

Terör nedir Terörist kimdir?

Siyasal amaçlarını, hiçbir evrensel kural tanımaksızın gerçekleştirmeye çalışana terörist denir. Bu eylem türüne de terör denir.Terörist, ruhu kirlenmiş, insanlıktan nasibi kalmamış, canavarlaşmış bir hayvandır.Terörist için hiçbir şeyin önemi yoktur. O, çoluk, çocuk, yaşlı, hasta, kadın, masum demeden, önüne geleni yok edebilecek bir ruh haline sahiptir. Adeta robotlaşmış bir makina gibidir. Programlandığı şekilde hareket eder.Sonunun ne olacağını, bu iş nereye kadar gideceğini, yaptığı işin mahiyetinin ne olduğunu düşünemeyecek derecede aklı kilitlenmiştir.Aklıyla değil, hisleriyle hareket eder. Mantıklı düşünmez.Yaptığı insanlık suçunun, ruhunda bıraktığı olumsuz etkiyle, dahada canavarlaşır.Her eylem, onun ruhunu yok eder, insanlığını sukut ettirir, adeta, içtiği kandan lezzet alan bir vampire benzetir.Hatta yakalanan bir teröriste, bunu niçin yaptığı sorulsa, vereceği cevap ta yoktur.
Terörüne gerekçe olan argümanlar ortadan kaldırılsa bile, o hala canavarlığına devam eder.Adeta bu durumundan lezzet alır.
Gözü o kadar karartılmıştır ki, aklı o kadar söndürülmüştür ki, canlı bomba olup, kendini bile patlatır. Cehennemin dibini boylar.
Yeri yurdu belli değildir. Genellikle insanların ulaşamayacağı mekanları ve yerleri kendine mesken seçer. Zaman zaman harekete geçerek marifetini sergiler. Bazan olurki, yola döşediği bir mayını patlatarak, ordan geçenlerin kim olduğuna, nereye, niçin gittiklerine bakmaksızın onları katleder. Geride akan gözyaşları, yetimler, öksüzler, veya evlat acısı çeken anneler bırakır.
Bazan da, şehrin kalabalığına kadar sızıp, bir binayı çökertir. İçinde kimin yaşadığının onun için önemi yoktur.Aslında kendisinin bir piyon olduğunu, arkasında başka emellerle kullanıldığını bilmez.
Güya kendini bir özgürlük savaşçısı zannederek, kendiyle övünür, yaptıklarını meşru sayar.Mefkuresi uğruna kendini feda eden bir kahramandır o, kendi nazarında. Çünkü ona öyle öğretilmiştir.
Haydi aslanım, yak, yık, öldür, katlet...
Seni tarih şerefle! anacak, hadi koçum....
Maşası olduğun şer güçlerin emellerine erişmesi için ne duruyorsun, çalış....
Askere sıktığın kurşun, senin komşun, mirza ağanın oğlu Welat...
Geçen askere gittiydi, unuttunmu...
Yani, sıktığın kurşun, komşun mirza ağanın oğlu Welat'ı vurdu....Halbuki Welat ile ne iyi arkadaştınız küçükken, onunla çelik çomak oynardınız, unuttunmu...Welat'ta askere, Vatan savunması için gitmişti....
Kardeşi kardeşe vurdurtuyorlar....Zaten bir ulusun askeri kuvvetleri ne işe yararki. Ülkeyi savunmak değilmi....
Ülkeyi savunmak için giden askere, terörist silah sıkarsa, bu ne demektir. "Ben senin düşmanınım" demek değilmi?O halde o asker ne yapacak, eli armutmu toplayacak...
Elbetteki kendi düşmanını yok edecek. Onu gerekirse ininde bulacak, dağda, taşta onu kovalayacak. Ta ki, kendine ve vatanına bir zararı dokunmasın.
Dağdaki teröristi kovalayan orduya, "Bırakın şu gerillaya saldırmayı, operasyonları durdurun" diyen yandaş siyasilere ne demeli.Ordumuz, evinde oturan, masumlara mı operasyon düzenliyor?Eline silah alan haydutlar, ellerindeki silahları bırakıp, güvenlik güçlerine teslim olsunlar. Bakın o zaman operasyon kalıyormu.
Bir de utanmadan, "operasyonlara son verilmeli" diyorlar.Hele hele bu forumda son zamanlarda türeyen ve utanmadan PKK nın terörünü masum göstermeye çalışan ve "dilimizi yasakladılar, ismimizi yasakladılar, şarkılarımızı yasakladılar" gerekçeleriyle, sanki terör için geçerli gerekçelermiş gibi savunarak ve bu özgürlükler verilirse terör bitecekmiş gibi safsataya sapanlar var.Kendileri en büyük ırkçı olduklarını şuradan anlayın ki, sürekli bir "ırkın" özgürlüğünden dem vururlar. Sanki bu ülkede sadece haksızlığa uğrayan kendileri imiş gibi...
Her haksızlığa uğrayan teröre başvursa, ortalık kan gölüne döner.Hukuk devleti demek ne demek.?
Herkes hukuk önünde eşit demek değilmi?Demokratik açılımlar ile halledilecek sorunları, terörle halledeceklerini sananların yanılgısı yetmedimi...Burada isimlerini tek tek vermeyeceğim, fakat kendilerini gayet iyi bilen bu arkadaşlar, hiç PKK terör örgütüne terörist dediklerini duymadık.
Börtü böceği çok sevdiklerini duyduğumuz bu arkadaşlar "insan" ı seviyorlarsa, insanları katleden teröristeride bir kınasalar.
Bu arada şunuda eklemeden geçemeyeceğim;Elbetteki devlet politikalarında hatalı olan yönler çok oldu. Fakat bunun düzeltilmesi terörle değil, demokratik açılımlar ile olur. Zaten şu anki iktidarın hazırlattı "sivil anayasa", bu konuda oldukça geniş açılımlar getirecek gibi...Bakalım terör yok olacakmı!
Terör ne zaman yok olur?Terörü kullananların emelleri gerçekleşince....Maşaları kaldırıp atarlar o zaman...Teröristlerin Iraktaki lideri Murat bilmemkim demiş ki : Biz ABD ve İngiliz politikasını destekliyoruz" demiş.Buyrun maşanın ettiği söze...
Yarın bunları kullananlar, onlarla işi bittiğinde ...larını sildiği bir peçete gibi kaldırıp atacaklar.O zaman bu millete ettiklerini nasıl unutturacaklar merak ediyorum. Türk-Kürt kardeşliğine verdikleri derin yaraları sarmak o kadar kolay olmayacak.
Başka bir topic te yazdığım, "ortak paydalar" varken bu düşmanlıklar niye? dediğim konuda, bir arkadaş, sözü, "Dağdaki teröristin öldürüldüğünde sevinecekler var" demesi, onların iç yapısını gayet güzel anlatıyor.
Kendi öz değerlerimizde ortak payda bulamıyorsak bile "Evrensel" değerlerde bari buluşalım.Terör gibi insanlık suçu işleyenleri hoş gören mesajları artık bitirelim."Ne mutlu insanım diyene" demezden önce "insan" olalım.İnsan olmanın gereğini en güzel şekilde yapalım.Cismimiz insan, ruhumuz canavar olmayalım."Ne mutlu insanım diyene" değil, "Ne mutlu insan olabilene" diyelim.
Sağlıcakla kalın

16 Ekim 2007 Salı

İyilik

İ Y İ L İ K

Fakir bir üniversite öğrencisi okul masraflarını karşılamak için ev ev dolaşarak bir şeyler satmaya çalışmaktadır. Hiçbir şey satamadığı ve çok acıktığı bir gün açlığını bastırmak için kapısını çaldığı bir evden bir bardak su ister. Kapıyı açtığında böyle bir istekle karşılaşan evin kadını delikanlının ihtiyacının olduğunu düşünerek bir iyilik yapmak ister ve ona su yerine bir bardak süt ikram eder. Delikanlı ikram edilen sütü itirazsız bir güzel içer ve süt için borcunun olup olmadığını sorar. Kadın ise, “Annemiz bize gösterdiğimiz şefkat ve iyiliğe karşılık bir bedel almamamızı öğretti” der. Delikanlı teşekkür ederek mutlu bir şekilde oradan uzaklaşır. Yıllar sonra kadın hastalanır ve yakın şehirdeki büyük bir hastaneye kaldırılır. Bitkin ve hastane masraflarını karşılayamayacak kadar sıkıntı içerisindedir. Hastalığından ziyade hastane masraflarını nasıl ödeyeceğini düşünmektedir. Kendisi ile ilgilenen doktor, çok ihtiyacı olduğu bir anda kendisine bir bardak süt ikram eden bu kadını tanır. Kadın iyileşir ve hastaneden çıkmak üzeredir. Kendisine uzatılan ve hastane masraflarını içeren zarfı elleri titreyerek açar. Zarfın içerisinde “Bedeli hiç ödenemeyecek olan bir bardak sütün hatırına hastane masraflarını ödemeyeceksiniz” yazmaktadır. İşte, bu duygu yüklü anları ancak, insan olmanın erdemine ulaşarak bir karşılık beklemeksizin iyilik yapabilenler yaşayabilirler.
Evet, gösterdiğiniz şefkat ve iyiliğe karşı bir bedel ödenmesini istemeden, beklemeden her gün birilerine buna benzer iyilikler yapabiliriz. Kişinin kendisini iyi hissetmesine yarayan, duygularında hoşluklar, güzellikler ve yüzünde sevinç gülümsemesi meydana getiren her şey bir iyiliktir. İnsanlar olarak birlikte yaşıyoruz ve bu tercihimizden dolayı istemeden de olsa birbirimize bazı sıkıntılar veriyoruz. Bunu dengelemek ve meydana getirdiğimiz olumsuzlukları en aza indirmek için birbirimizin yüzünde elimizden geldiği kadar bu sevinç gülümsemelerini meydana getirmek zorundayız. Bundan ruhsal sağlığımız ve mutluluğumuz hep birlikte olumlu yönde etkilenecektir. Zira, yaptığımız bir iyilikten öncelikle kendimiz iyilik görürüz. Samimi olarak ve bir karşılık beklemeden bir iyilik yaptıktan sonra içinde bulunduğumuz ruh halimizi gözlemleyecek olursak, kendimizi daha mutlu, daha huzurlu ve daha hafiflemiş hissederiz. İşte karşımızdaki yaptığımız iyiliğin farkında olmasa ya da bu iyiliğimizi hakketmediğimiz bir şekilde karşılasa bile fazla bir önemi yoktur. Çünkü, asıl olan ve bizi motive edecek olan niyetimizdir ve biz yaptığımız bu iyiliği bir karşılık görmek ve bir bedel ödenmesi için değil, istediğimiz ve iç dünyamızda bu mutluluğu hissetmek için yapmışızdır. İyiliğin en güzel ödülü de budur. Bu ödüllerimizi çoğaltmak ve mutluluğumuza katkılar yapmak için hergün birilerine küçük de olsa iyilikler yapabilir, birbirimizi sevindirebiliriz. Aslında çoğu zaman insanlara iyi davranmak ve iyilikler yapmak hiçbir maddi külfet getirmediği gibi karşılığında manevi olarak bize çok şey kazandırır. Hiçbirimiz dünyaya başkalarına kötülük yapmak, sıkıntı vermek ve üzmek için gelmedik. Tam tersine iyilik yapmak, insanlara ve diğer canlılara faydalı olmak için geldik. İnsanlık tarihinde kabul gören bütün inançlarda iyi olmak, iyilik yapmak, faydalı olmak adeta vazgeçilmez bir davranış biçimi olarak insanlığın önüne konmakta, istenmekte ve teşvik edilmektedir. “Sizin en hayırlınız, insanlara faydalı olanınızdır” hükmünü getiren yüce dinimizde baştan sona iyilik teşvikleriyle doludur.
İyilik yapacak ne var ki demeyelim. İstersek ve farkında olarak yaşarsak günlük yaşantımızda iyilik yapacak o kadar çok şey var ki... Bir tebessüm iyiliktir. Selamlaşma, hatır sorma iyiliktir. İhtiyacı olanın bir sıkıntısını gidermek, yetimin başını okşamak iyiliktir. Bitkiye döktüğümüz bir bardak su iyiliktir. Kedi yavrusuna verdiğimiz bir kaşık süt iyiliktir. Biriyle ilgilenmek, can kulağı ile onu dinlemek iyiliktir. Yapılan bir hatayı bağışlamak iyiliktir.
Birine beğendiğimiz, taktir ettiğimiz bir yönünü söylemek iyiliktir. Özlediğimizi belirtmek iyiliktir. İnsanlık onuruna saygılı olarak davranmak yani; yumuşak ve güzel huylu olmak iyiliktir.
Bunlar gibi yüzlerce, binlerce iyilikleri birbirimize hiçbir karşılık beklemeden çok az zaman ve az bir emekle yapabiliriz. Belki maddi sıkıntılarımızı aşmak için göreceğimiz yardımlar, iyilikler zaman zaman önemli olabilir ama, gerçekte gördüğümüz manevi katkılar ve diğer küçük iyilikler bizler için çok daha önemlidir. Bunun için rasgele iyilikler yapalım ve bunların çetelesini tutmayalım. Aslında, rasgele birçok iyilikler hayvan ve bitkiler tarafından biz insanlara yapıla gelmektedir. Biz de insanlığımızın onur ve şerefine uygun olarak başta insanlar olmak üzere tüm canlılara iyilikler yapmaya çalışalım. Yapacağımız iyilikler için ne fark eder ki, yalnız benim çabamla ne değişir ki demeyelim. Yaptığınız her bir iyilik hem kendi dünyanızda hem de iyilik yaptığınız canlının dünyasında olumlu yönde çok şeyler değiştirecektir. Ayrıca, yapılan bu iyiliğin örnek olması ve diğer insanları teşvik etmesi durumunda da düşünemeyeceğiz boyutlarda faydalar sağlayacaktır. Çok bilinen şu hikayedeki iyilik örneği, bizlere de gönüllü olarak birkaç deniz yıldızını denize atma isteği uyandırıyor sanırım.
Sabahın erken saatlerinde okyanus sahilinde yürüyüşe çıkan bir adam,genç birinin sürekli olarak kumlar üzerinde duran deniz yıldızlarını alıp okyanusa fırlattığını görür. Buna bir anlam veremez ve genç insana ne yaptığını sorar. “Deniz yıldızlarını okyanusa atıyorum” cevabını alır. Adam, “Bunu neden yapıyorsun?” der. Genç adam “Sular çekiliyor. Onları suya atmazsam ölecekler.” -“Ama delikanlı baksana kilometrelerce kumsal var ve baştan aşağı deniz yıldızı ile dolu. Sen birkaç tane atmışsın ne fark eder ki?” Genç adam bu sözler üzerine eğilerek bir deniz yıldızı daha alır ve okyanusa fırlatır. “Bak onun için çok şey fark etti”der. O an için buna bir anlam veremeyen adam ertesi sabah erkenden kumsala inerek gençle birlikte deniz yıldızlarını okyanusa atmaya başlar. Her ikisi de bu durumları ile adeta atalarımızın, “İyilik yap denize at. Balık bilmezse Halik (Halk eden-Yaradan) bilir.” müjdeli sözünün mirasçıları gibidirler.
Öyleyse gelin, bizler de yapacağımız iyilikler için “Ne fark eder ki?” demeyelim. Bu yaşam oyununda seyirci olmayı seçmek yerine elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce iyilikler yaparak, kendimize küçük de olsa bir rol biçelim ve çok şeyin fark ettiğini görelim. Diğer insanlara da güzel örnekler sunarak onları da iyilik yapmaya ve insanlara iyi davranmaya teşvik edelim. İnsanlara şefkat ve sevgi dolu bir ilgiyi ve iyiliği karşılık ve minnettarlık beklemeden vermenin mutluluğunu yaşayalım. Zaten birbirimizden beklediğimiz şey insanca bir ilgi ve küçük iyiliklerden başka nedir ki? Unutmayalım, ancak yaptığımız ve yapacağımız iyiliklerin çokluğu sayesinde iyi insan olabiliriz ve yaptığımız iyiliklerin verdiği haz ve mutluluklarla sevinç gülümsemelerini öncelikle biz yaşarız. Kim bilir belki biz de, okyanusa deniz yıldızı atan genç gibi küçük bir iyilikle birilerini yaşama bağlar, can kurtarabiliriz. Ne mutlu bu bilinç ve istekle çevresindekilere rasgele iyilikler yapabilenlere.

İyi Yaşadımmı?

İYİ YAŞADIM MI?


Ünlü yazar TOLSTOY’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı eserinde, ölüm döşeğinde bulunan roman kahramanı İvan ilyiç, kendine bu soruyu sorar:“İyi yaşadım mı?”
Yaşamında bazı sıkıntıları olduysa da görünür başarılar elde etmiş, istediği makam ve maddi hedeflerine büyük ölçüde kavuşmuştu. Bu nedenle kendi değerlendirmesine göre iyi yaşamıştı.

Hastalığı nedeniyle yatağa bağlı kalmadan önce İvan İlyiç böyle düşünüyordu. Yatağa bağlı olarak geçirdiği birkaç ay sonunda bu düşüncesi alt üst oldu.
Zira, yalnızdı. Eşi, çocukları ve dostları sevgiye ve ilgiye en çok ihtiyaç duyduğu şu anlarda yanında değillerdi. “Neden?” diyordu İvan İlyiç “Neden?”. Bu durumda iyi yaşadım denebilir miydi?

İvan İlyiç, iyi yaşamak adına maddi ve görünür başarıları elde etmek için aşırı hırs göstermiş, bencillikler yapmış, çevresindeki insanların haklarına özen göstermemişti. Eş ve çocukları dahil olmak üzere insanlara yapay ve hükmedici davranmıştı. Dostluk, iyilik, yardımlaşma, sevgi, saygı gösterme gibi insani değerlere yaşamında pek yer vermemişti. Çevresindekiler de en çok ihtiyacı olduğu bu durumda kendini yalnız, ilgisiz ve sevgisiz bırakmışlardı. Artık, İvan İlyiç’in zihninde iyi yaşamanın değerlendirmesi değişmişti. Bu tür insani değerlerden ve güzelliklerden mahrum kalmış birisi “iyi yaşadım” diyebilirmiydi? Bu önemli soruya son nefesindeki cevabı “Hayır. İyi yaşamadım” oldu. Bu, bir insan için “ölmeden önce ölmek” gibi bir şey olmalıydı.

Bizler de İvan İlyiç’in acınacak durumuna düşmemek için bu soruyu şimdiden kendimize soralım ve önceliklerimizi iyi belirleyelim. Bilelim ki maddi ve diğer görünür başarıların yanına insani değerleri koymamışsak “iyi yaşadım” dememiz bizler içinde pek mümkün olmayacaktır.

Öyleyse gelin; yaşantımızın her anında çevremizdeki insanlara sevecen ve ilgili olalım. Sevgi – saygı ortamını oluşturmaya çalışalım. Bilinçli iş birliği, dayanışma ve yardımlaşma gösterelim. Hakkımıza razı olarak ve herkesin kişilik haklarını önemseyerek yaşantımızı sürdürelim. Son nefesimizi beklemeden, önümüzde ömür ve elimizde fırsatlar varken “iyi yaşadım” diyebileceğimiz güzellikleri oluşturmaya çalışalım. İyi ve kötü günlerimizde yanımızda olacak, geleceğini bildiğimiz dostlarımız olsun. Böylelikle hak olan ölümü de yalnız, ilgisiz ve sevgisiz karşılamayalım.

Unutmayalım; her nefis ölümü tadacaktır. Arkamızdan ise malımız, mülkümüz değil, yaşamına katkı yaptığımız sevenlerimiz, dostlarımız bizi hatırlayıp, hayırla anacaklardır.

Yuva

YUVA

“Yuva; her şartta içeri alındığımız yerdir.”
Bir arkadaşım anlatmıştı. O zaman 12-13 yaşında olan kızı ve kızının arkadaşı birlikte televizyonda film izlerler. Filmde 15-16 yaşlarındaki bir kızın başından istenmeyen bir olay geçer. Kız bunu ailesinin, özellikle de babasının duymasından çok korktuğu için evini ve ailesini terk eder. Fakat, yaşantısı bu noktadan sonra daha büyük yanlışlıklarla, acılarla ve pişmanlıklarla dolu olarak sürüp gider. İki kız bu filmi izledikten sonra etkisinde kalarak; “Böyle bir durumda sen ne yapardın?” diye birbirlerine sorarlar. Diğer kız, böyle bir durumda kendisinin de kesinlikle eve gidemeyeceğini, babasının kendisini öldüreceğini söyler. Arkadaşımın kızı ise; “Babam bana, her şartta sen bizim kızımızsın. Burası da senin evin, yuvan. Burası önemli sorunların çözümlendiği, hataların onarıldığı yerdir, der. Onun için ben evime giderdim.” yanıtını verir.
Arkadaşım, soğuk kanlılıkla ve kızının verdiği yanıttan memnun olarak bu hikayeyi bana anlattığında, iki kız çocuğu olan bir baba olarak duygularım alt üst olmuştu. Beş yıldır, hâlâ bu hikayeyi hatırladıkça Allah’a, çocuklarımı ve bizleri böyle bir durumla karşılaştırmasın diye dua ediyorum. Olayı anlatan arkadaşımın soğuk kanlılığının ve kızının verdiği yanıttan memnuniyetinin nedenini uzunca bir süre bulmaya çalıştım. Arkadaşım neden bu kadar rahat, hatta mutluydu? Bu sorunun yanıtını şimdilerde kendi kendime daha iyi veriyorum. Nasıl rahat ve mutlu olmasın ki! Böyle bir olumsuzlukla karşılaşmamıştı ve daha da önemlisi böyle bir olumsuzlukla karşılaşmamak için yıllardır dört duvardan oluşan evini çocuğu için bilinçli olarak yuva haline getirmişti. Bu hikaye ve kızının verdiği yanıt, bu çabasının taçlandırılması, ödüllendirilmesi gibiydi.
Arkadaşım biliyordu ki, kızı dört duvarı yuva gördüğü bu haliyle yanlış yapacak en son kişi olacaktı. Önemli olan yanlışın cezalandırılması değil, yanlışın en aza indirilebilmesi ve sorunla karşılaşmadan sorunu çözebilmekti. Yine biliyordu ki, önemli olan korku düzeninde insanları daha büyük yanlışlara yöneltmek değil, sevgiyle yanlıştan döndürebilmektir, uzaklaştırabilmektir. Kızının yanıtında bütün bunların ip uçlarını görebilen bir baba elbette hem rahat, hem de mutlu olmayı hak etmişti.
Yaşantımızda unutamadığımız anlar vardır. Kısa da olsa bu anlarda doğru yerde ve doğru kişiyleyizdir. Arkadaşımla kaldırım kenarında, ayak üstü yaptığım bu sohbet, bende de dört duvardan oluşan evimi çocuklarım için yuva yapma bilincini oluşturdu. Bu bilinçle hareket etmeye başlamamdan bu yana çok şükür ki, çocuklarımla ilişkilerim mükemmel oldu. Biliyorum ki onlar, yuvalarında mutlular. Başarılarının, kendilerine güvenin ve hayatla mücadele etme isteklerinin temelinde yuvalarındaki sıcaklık ve onun sağladığı güç var. Umuyorum ki, bu sıcaklık ve güçle onlar, daha az hata yaparlar ve daha çok başarılı olurlar.
Hangimiz; “Ne olursan ol, ne yanlış yaparsan yap seni yine de seveceğim” diyen birilerine ihtiyaç duymayız?
Hangimiz, her şartta bize açılacağını ve içeri alınacağımızı bildiğimiz bir kapının varlığından güç almayız?
Hangimiz, her koşulda bize ilgisini ve koşulsuz sevgisini belirten bir yüzün, bir yüreğin varlığından mutlu olmayız?
Hangimiz, beğeni dolu bir bakışla, övgü dolu bir sözle, içten bir kucaklama ile kendimizi duygusal olarak bulutların üzerinde hissetmeyiz?





Hangimiz, bir fert olarak kabul edildiğimiz, onurumuzun korunduğu, suçlayıcı ve baskıcı olmayan, demokratik bir aileye ait olmak istemeyiz ve bu durumda başarıdan başarıya koşmayız?
Ve hangimiz, içinde bu tür güzelliklerin ve değerlerin yer aldığı bir yuvaya sahip olmak istemeyiz?
Öyleyse gelin; dünyanın en nadide çiçekleri olan çocuklarımızın mutluluğu ve başarısı için dört duvardan oluşan yapıyı onlar için sıcak birer yuva haline getirelim. Yanlış ve bilinçsiz davranışlarımızla onları yuvasız bırakmayalım. Şefkatli bir kucaklama ile onlara sevgimizi koşulsuz olarak sunalım. İpek yumuşaklığında bir sesleniş, beğeni dolu bir bakış, samimi bir övgü, içten bir gülümseme ve başını okşama ile bir yuvaya ait olma hazzını onlara tattıralım. İnsanlık alemine sağlıklı, başarılı, mutlu ve ruhsal açıdan dengeli nesiller kazandıralım. Yuvamızda esnek, sakin, sevecen, bağışlayıcı, saygılı olalım ve böylelikle yuva için vazgeçilmez olan “Sevgi ve güven ortamı”nı oluşturalım. Yuvasında sevgi ortamını oluşturarak çocuklarının güvenini ve dostluğunu kazanabilmek bir anne-baba için ne güzel, ne onur verici bir durumdur.
Kuş yavrularının, yuvalarının ağzında annelerini ve babalarını gördüklerinde çıkardıkları sevinç çığlıklarına ve coşkularına benzer sevinç ve coşkuyu bizlerde kendi yuvalarımızda çocuklarımızın gözlerinde, söz ve davranışlarında görelim. Aslında onlarda kuş yavruları misali kısa bir süre sonra yuvamızdan uçup gideceklerdir. Evimizi gerçek bir yuva haline getirebilmişsek eğer, bilelim ki çocuklarımız yuvadan ayrıldıktan sonra da gönüllü olarak sık sık yuvalarını ziyarete gelecekler ve kuş yavruları misali ortamı şenlendireceklerdir. Aksi halde dört duvarın yalnız bekçileri durumuna düşeriz ve hem kendimizi hem de çocuklarımızı mutsuz yaparız.
Unutmayalım; yuva her şartta içeri alındığımız yerdir ve onun varlığı hepimizi daha güçlü daha başarılı yapacaktır.

İnsan İlişkilerin

İNSAN İLİŞKİLERİ VE İLETİŞİM
“Yaşantımızın kalitesi, iletişimimizin kalitesine de bağlıdır”
Biz insanlar fiziki, psikolojik, sosyal ve manevi ihtiyaçlarımızı en iyi bir şekilde temin ve tatmin için toplu yaşamayı tercih ediyoruz. Bu tercihimiz beraberinde iş, eş, arkadaş, dost, akraba, komşuluk......gibi ilişkilerin doğmasına neden olmaktadır. Bu ilişkiler, kişiliğimizin gelişmesinde ve sağlıklı bir ruhsal yapıya kavuşmamızda bize katkı yapmaktadırlar. Kişinin insanlarla kolay diyaloga girebilmesi ve buna bağlı olarak da gerçek dostlarının çokluğu bir zenginliktir. İnsanlarla iyi ilişkiler kurmanın inceliklerine dikkat ederek bizde bu zenginliğe ulaşabiliriz. Bunun için de;
-Kendimizi bilmemiz,
-İnsanları olduğu gibi sevmemiz (Koşulsuz sevgi),
-Her şeyi kendi çıkarlarımıza göre değerlendirmememiz,
-Belirli bir hoşgörü ve esnekliğe sahip olmamız,
-İş sorumluluğunun bilincinde olmamız,
-İnsanlarla iş birliği yapabilmemiz,
-İyi bir iletişim becerisine sahip olmamız gerekmektedir.,
Ne güzel olurdu, ilişkilerimizde ve iletişimlerimizde savunucu, yargılayıcı, denetleyici ve kesin hükümlü tutumlar sergilemek yerine, açık, anlayışlı, eşitlik belirten,esnek ve sorun çözmeye yönelik tutumlar benimseyebilseydik. Kişisel ve toplumsal görevlerimize uygun güzel hedefler belirleyip, bu hedeflere ulaşmak için çaba sarf edebilseydik. Bu hedefleri belirlerken evrensel değerlerin farkında olarak onlardan yararlanabilseydik.
Evet. İletişimimizin kalitesi yaşantımızın kalitesini etkilemektedir. Öyleyse yaşantımızın kalitesini yükseltmek için; “İletişim ve iyi ilişkiler benimle başlar” diyerek ilk adımı karşıdan bekleme yerine biz atalım. Maddi menfaatler için dostlukları, arkadaşlıkları, sevgiyi ve saygıyı yok etmeyelim. İnsanlara değer vererek onları can kulağı ile dinleyelim. Bilerek ve düşünerek güzel ifadelerle konuşalım. İnsanlara karşı önyargılarımızdan ve şartlanmalarımızdan kurtulalım.
Farklılıklarımızı zenginlik olarak görelim. İç benliğimiz ile dış benliğimizi uyumlu hale getirerek yani kişisel bütünlüğümüzü sağlayarak, insanlara maskesiz, içten ve samimi davranalım. “Benim bildiklerim kesinlikle doğrudur ve başka da doğru yoktur” dayatması ve yanılgısından kurtularak, “her şeyi tam ve doğru olarak bilmem mümkün olmayabilir. Daha güzel fikirlere her zaman açığım” diyebilelim. Yakın olduğumuz, ilişkide bulunduğumuz insanların kişiliğini değiştirmeye çalışmayalım. Yansıttıkları kişiliği olduğu gibi kabul ederek hatalarını, kırmadan, yargılamadan ifade edelim. Kendi hatalarımızla ilgili dost uyarılarını da dikkate alalım.
İnsanlar arasında mutluluk ve huzura katkıda bulunalım. İnsanlara faydamız yoksa en azından zarar vermeyelim. Birdenbire hiddetlenme ve asabi haller insan ilişkilerinin mayınları gibidirler. Kimse bu mayınların yakınında bulunmak istemez. Bu mayınlarla etrafımızdakilerin hayatlarını zehir etmeyelim. Sakin, sevecen, sabırlı ve insanlık onuruna saygılı olalım. İnsanlar hakkında olumlu düşünelim. Kavgacı ve uzlaşmaz tutumlar sergilemeyelim. İlişkilerimizde korkuyu değil, sevgiyi öne çıkaralım. İnsanları kötü, yaramaz diye nitelendirme kolaycılığından sıyrılarak “Her insan değerlidir ve sevilmeye layıktır” ana fikrinden hareketle kötüyü iyi, yaramazı yararlı yapmak için çaba harcayalım.
Gelin hep birlikte, iyi insan ilişkilerinin yaşantımızın gayesi olan mutluluğu yakalamada bizlere katkı yapacağını kabul ederek, iletişimlerimizin kalitesini yükseltelim. Unutmayalım, insan ilişkilerinde ne ekersek onu biçeriz. Öyleyse sevgi, saygı, hoşgörü, iyilik, sabır, güler yüz, yardımlaşma, yakınlık, iş birliği, paylaşma, dayanışma, güven, samimiyet, dürüstlük, hakkaniyet, tutarlılık,... tohumları ekelim. Bunların güzel ürünlerini hep birlikte biçelim ve paylaşalım.

İnsan Olmak

İNSAN OLMAK

İnsan olarak doğmak en güzel bir başlangıç ve bir lütuf, “İnsan olabilmek” ise hayatta ulaşabileceğimiz en güzel bir sonuçtur.
Bu güzel başlangıçla, bu güzel sonuca ulaşmak zorlukları içerse de mümkündür ve büyük oranda bize bağlıdır. Biliyoruz ki, insan bilinen ve bilinmeyen yönleri ile çok farklı bir yaradılışa sahiptir. Tarafsız bir gözle inceleyecek olursak, şeklen insandan daha mükemmel bir yaratık düşünemeyiz. Hele bir de bu şekil mükemmelliğine aklını, düşünebilme yeteneğini, mantığını, hafızasını ve o paha biçilmez duygularını eklersek, akıllara durgunluk verecek derecede bir ihtimamla yaratılmış olduğumuz ortaya çıkar. Bu nedenle insan, yaratılanlar içerisinde en şereflisi ve en üstün değerlere sahip olanıdır. Dünya ve kainat onun için yaratılmış, onun hizmetine ve istifadesine verilmiştir. İnsan dışındaki bütün yaratıklar bilgisayar programlarındaki gibi ana program ve nedenlere dayalı olarak devreye giren alt programlarla belirli ve standart davranışlar sergilerler. Yani sebeplere bağlı olarak programlanmışlardır ve sonuçla ilgilenme, tahmin etme ve sonucu önemseme yetenekleri yoktur. İnsan ise sahip olduğu akıl ve mantık nimetlerini kullanarak ve kendisine bahşedilen cüzi iradesi çerçevesinde düşünme, inanma, duygularını kullanma, tavır ve davranışlarını belirleme gibi alanlarda önemli ve küçümsenmeyecek serbestliğe sahiptir. Yani diğer yaratıklar gibi standart programlanmamıştır. Davranışları bir seçimdir. Sonuçla ilgilenir, sonucu tahmin eder, önemser ve aynı zamanda da sonuçtan sorumluluk alır. Bu serbestlik içerisinde insan; yaradılış şeref ve değerlerine aykırı en kötü işleri de yapabilmekte ve böylelikle insan olmaktan uzaklaşmakta veya yaradılış gayesine uygun en güzel davranışları da sergileyebilmekte ve melekten de üstün olabilmektedir. İşte, “insan olmak” demek şeklen insan olmamız değil, irade serbestliği içerisinde oluşturduğumuz benliğimizin, yaradılışımızdaki şeref ve değerimize uygun olması ve güzel duygu, düşünce, tavır ve davranışlarda bulunabilmemiz demektir.
Bir yazımda şeklen insan olmamızın yetmediğini bunun bize gerçek manada “insan olmak” gibi bir yükümlülük getirdiğini belirtmiştim. Bu manada “insan olmak” çoğu zaman kolay olmuyor, bazen bütün bir ömür yetmiyor buna. Aslında, gerçek ve güzel anlamda insan olmanın ne olduğunu önyargılarımızdan ve korkularımızdan arınabilirsek hepimiz söyleyebiliriz. Ayrıca semavi ve Hak olan bütün dinler ve gönderilen peygamberler başta olmak üzere, insanlığın gelişmesine göre kendimizin belirlediği ve evrensel olan değerler ile oluşturduğumuz kültürel yapılar bu konuda bizlere ip uçları vermektedirler.
Evet, uğruna tüm güzellikleri ve intizamı ile dünya ve kainat yaratılmış olan biz insanlar bunun farkında olarak “insanca” düşünüyor, yaşıyor, davranıyor muyuz? Sevgi dolu olmak, yardımlaşmak, paylaşmak, zararlı değil faydalı olmak, iyilik peşinde olmak, haklara riayet etmek, kendini geliştirmeye açık olmak, insanın değerini bilerek hareket etmek, hoşgörülü ve bağışlayıcı olmak, insanlık onuruna saygılı olmak, sabırlı ve olumlu olmak, her şeyi kendi çıkarlarına göre değerlendirmemek, tutarlı ve dürüst olmak, esnek olmak, işbirliğine açık ve yapıcı olmak..... gibi bizi yaradılış gayemize uygun güzel ahlaklı insan olmaya götüren bu ve bunlara benzer duygu, düşünce ve davranışları bilinçli ve samimi, olarak sergileyebiliyor muyuz? Yoksa gurur, kibir, kincilik, kıskançlık, bencillik, ölçüsüz hırs, insanları değersiz ve hor görme, hakkına razı olmama ve başkalarının hakkını gasp etme, hoşgörüsüz ve katı olma, insanlık onuruna saygısız olmak, sevgisiz ve gaddar olmak, insanlık zararına işler yapmak, sabırsız ve olumsuz olmak, her şeyi kendi çıkarlarına göre değerlendirmek, tutarsız olmak, yalan ve riyaya yönelmek, bozguncu ve kavgacı olmak, haksız yere insanların canına kıymak ... gibi bizi adım adım kendi elimizle insan olmaktan uzaklaştıran duygu, düşünce ve davranışları mı sergiliyoruz?



Bizler dünyaya başkalarının başına bela açmak, zarar vermek, canlarına kıymak, insanları üzmek ve mutsuz etmek için gelmediğimiz halde, gaz odalarını yaptırıp, binlerce insanı içine doldurarak zehirleyen ve sabun malzemesi yapanları, yerleşim birimlerine atom bombaları atarak masum insanları yakıp kavuranları, hırs ve bencillikleri yüzünden dünya savaşları çıkararak milyonlarca insanı birbirine kırdırtanları, maddi çıkarlar uğruna fitne ve fesat çıkararak insanlar arasında huzuru ve güveni sarsanları biliyoruz ve çevremizde üzülerek görüyoruz. Bu tür insanların “insan olmak” tan yana nasiplerini aldıklarını ve bahşedilen şerefe uygun hareket ettiklerini söyleyebilir miyiz.?
O halde, yaşantımızın her anında “insan olma” çabamızı ve isteğimizi samimi olarak sürdürelim. Para, mal, şöhret, mevkii gibi maddi ve görünen değerleri ne pahasına olursa olsun kazanmayı her şeyin önüne koymayalım. Kültürümüzden gelen güzellikleri evrensel değerlerle de bezeyelim. Elimize ve dilimize sahip olarak insanların arasında güven ortamının oluşmasına yardımcı olalım. İnsanları ilgiyle yargılamadan dinleyelim. İnsanlarla dostluk kurmaya çalışalım.
Fen ve matematik gibi ilmi ve maddeye hükmeden bilgilerimizi arttırmanın yanında, insani ve manevi bilgilerimizi ve değerlerimizi de önemseyelim, geliştirelim. Kendini bilen ve insanların da onu bildiği bir açıklık, dürüstlük ve tutarlılıkta olalım. Sorumsuz, aciz ve insanlara yük olma yerine, sorumlu, etkili ve insanlara yardım etmeyi amaçlayan bir yaşantıyı tercih edelim. Kavgacı ve uzlaşmaz olmayalım. İnsanlara; “Sana değer veriyorum, seni seviyorum, sana güveniyorum, seni dinliyorum, onuruna saygılıyım”ı söz ve davranışlarımızla sergileyerek uzlaşma ve barışa katkılar yapalım. Çatık kaşlı ve etrafa korku salan biri olma yerine, güler yüzlü ve çevremizde sevgi, güven ve işbirliği ortamı oluşturmaya çalışalım. Bencil olup her şeyi kendi çıkarlarımıza göre değerlendireceğimize, yaşamımızda bir insanı kurtarabilmek, birileri için iyi bir şeyler yapabilmek için gayret sarf edelim. Kimsenin sahibi ve kimseden üstün olmadığımızı bilerek hareket edelim. Karşımızdakinin duygu ve düşüncelerine anlayış, kişiliğine saygı duyalım. Böylelikle hem kendimizi hem çevremizdekileri rahatlatalım. Çevremizden göreceğimiz ilgi, yardım ve herhangi bir güzel davranışı da teşekkürle karşılayalım. Olumsuzluklarda ve yanlışlıklarda genellikle “benim hatam”, “ben yanlış anladım” gibi “ben” dilini, olumlu ve güzel gelişmelerde de “senin katkın”, “senin başarın” gibi “sen” dilini kullanalım.
Sivri dil kullanma yerine, her zaman nazik, saygılı ve anlayışlı olalım. Hiçbir zaman insanları aşağılama, utandırma, suçlama ve gruplara ayırma yolunu seçmeyelim. İnsanlarla birlikte diğer canlılara da şefkatli ve merhametli olalım. “İnsan olmak” ve insana yakışır güzel davranışlarda bulunmakla ilgili bunlara benzer yüzlerce öneriyi birlikte sıralayabiliriz.
Öyleyse gelin; elmas ve inci gibi değerli taşlardan oluşan vitrini düzenleyen birinin gösterdiği ilgi, beğeni ve özenin en azından benzerini biz de dünyanın ve kainatın gerçek incisi olan insana gösterelim. Unutmayalım; kendisine ve çevresine üzüntü ve sıkıntı veren olumsuzluklarından kurtularak, hayatını güzelliğe, iyiliğe sevgiye, gelişmeye ve paylaşmaya adamış “insan gibi insan olmak” ulaşabileceğimiz en güzel bir sonuçtur. Ne mutlu bu sonuca ulaşarak, bu dünyada “insan” olarak yaşayıp, ayrılanlara.

İlgi

İ L G İ

İlgi; başkaları ile ilişkilerimizi geliştiren, sevgi ve sıcaklık oluşturan, işbirliğini arttıran, ruhsal dengemizi ve mutluluğumuzu olumlu yönde etkileyen, güven kazandıran bir yolun ilk adımı ilk basamağıdır.
İlgi; hava, su, güneş, yiyecek gibi temel ihtiyaçlarımızdandır. Hangimiz ilgi görmenin ve göstermenin önemsiz ve gereksiz olduğunu söyleyebiliriz. İlgi görmek ve göstermek adeta mutluluğumuzun ve varlığımızın kaynağıdır. Evet, insanlar olarak bizlerin ve diğer tüm canlıların ilgiye ihtiyacımızın olduğu aşikardır. Bundan dolayı dikkatli bakarsanız her insanın alnında “Lütfen benimle ilgilenir misiniz?” yazmaktadır. Hayat gerçekten de bir ilgi görme savaşı gibidir. Hayatı yaşamaya değer ve anlamlı kılan da bu savaştır. Çünkü, ilgi görmek ve göstermek bizi bilgiye, başarıya, tanınmaya, kabul edilmeye, sevgiye, aşka ve hayatın gerçek anlamını bulmaya götürür. İlgi, ilgi gösterene de gösterilene de aynı anda olumlu duygular yaşatır. Hayatı farkında olarak ve tat alarak yaşamamızı sağlar. İlgi duyup zaman ve dikkatimizi verdiğimiz her şey bizim dünyamızda anlamlı hale gelirken, biz de onların dünyasında anlamlı hale geliriz. Ne güzel, ne coşku verici değil mi? Hayatı ilgisiz olarak yaşamak yerine çevresindeki canlılara, güzelliklere ve muhteşemliklere ilgi duyarak ve her gün ilgi alanını daha da genişleterek yaşamak. Aslında insanlarla, hayvanlarla, bitkilerle ve hatta cansız varlıklarla kurduğumuz ilgilerin her biri bizi hayata bağlar. Bu bağlar can simidi gibidirler. Normal zamanlarda varlıkları bize huzur, güven ve mutluluk verirken, fırtınalı zamanlarda bizi su üstünde tutarlar ve çoğu zaman da hayatımızı kurtarırlar. Bu can simidi niteliğindeki ilgi bağlarımız olmazsa hayatın anlamsızlığı gibi bir büyük dalga bizi yaşamdan kolayca kopartabilir. İlgisizliğin ve dikkate alınmama hissinin yaşandığı durumlarda miskinleşir, bilgisizleşir, hayattan ve olup bitenden uzaklaşabiliriz. Kendimize güvenimiz azalır, davranış bozuklukları, ruhsal sıkıntılar, uyumsuzluklar, hırçınlıklar, içine kapanmalar meydana gelir. Bizi yıpratır ve yenik yapar. İlgisizlik ve ilgi görememe belki de yaşamama halidir. Yapılan bir araştırmada aynı anda doğan sağlıklı iki maymun yavrusu yalnız olarak ayrı kafeslere konurlar. Birisine oyuncak bir bez bebek verilirken diğerine hiçbir şey verilmez. Aynı şekilde beslendikleri halde kendisine oyuncak bebek verilen yavru maymun, ilgi gösterebileceği bir şeye sahip olmaktan dolayı ve hayatını bir ölçüde de olsa onunla anlamlandırabildiği için yaşamına devam ederken, diğeri ilgi görmemek yanında ilgi gösterebileceği herhangi bir şeye de sahip olamadığından kısacası hayatın anlamsızlığından dolayı yaşama veda eder. Bizler de bunun bilincinde olarak hem kendimizi hem çevremizde bizden ilgi bekleyenleri yaşıyorken öldürmeyelim. Hayata seyirci kalmamak ona daha bağlı, istekli, coşkulu ve hayatla daha iç içe olmak için çevremize ilgimizi arttıralım. Aslında, pek çoğumuz insanlarla ve çevremizle pek fazla ilgilendiğimizi söyleyemeyiz. İlgi azlığından dolayı ceviz kabuğu içinde ya da kuyunun dibinde yaşıyor gibiyizdir. Bu durumda hem kendimizi hem de çevremizdekileri cezalandırmış oluyoruz ve kendi elimizle bu muhteşem ve büyük dünyamızı küçültüyoruz. Oysa, kendimizle ilgilenmemiz, kendimizle ilişki kurmamız başta olmak üzere eşimizle, çocuklarımızla, dostlarımızla, arkadaşlarımızla, komşularımızla, mahallemizle, şehrimizle, ülkemizle, dünyamızla ilgilenmemiz ve içindeki canlılarla bağlar kurmamız, yani kuyunun dibinde yaşamaktan kurtularak yeryüzünün ve diğer yaratılanların muhteşemliği ile tanışmamız dünyamızı olduğundan daha fazla genişletecektir.
Zaten, insanlar olarak çok şeye ilgi duymamız gerekmeseydi ve istenmeseydi bizim için yaratılan dünyada bu kadar çok şey yaratılır mıydı? Bu da bize çok şeye ilgi göstermeye ihtiyacımızın olduğunu söylüyor sanırım. Ancak, görmeye ve göstermeye bu kadar çok ihtiyaç duyduğumuz ilginin olumlu ve bilinçli olması gerekiyor. Zira, her zaman bilinçli ve olumlu ilgi gördüğümüzü ve gösterdiğimizi söyleyemeyiz. Bazen bilinçsiz, olumsuz ve aşırı ilgi göstermekte ve görmekteyiz. Bu tür ilgiler ise çoğu zaman telafisi zor durumlarla bizleri karşı karşıya bırakabilmektedir. Televizyonlarda, gazetelerde ve çevremizde sık sık duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz gibi, başta ilgisizlik olmak üzere bilinçsizce gösterilen olumsuz ilgi ve aşırı ilgi çocuklarımızda özelikle de gençlerimizde büyük bunalımlar, sıkıntılar, olumsuzluklar meydana getirmektedir. İlgisizlik ve olumsuz ilgi, sevgisizlik mesajları da içerdiğinden, çoğu zaman yıkıcı olmakta ve istemediğimiz durumlarla hem bizleri hem de çocuklarımızı karşı karşıya bırakmaktadır. Çocuklarımıza ilgi göstermezsek onların korkularını, sıkıntılarını, duygularını nasıl öğrenebiliriz? Bunları öğrenmezsek onlara nasıl olumlu olarak yaklaşıp çözümler üretebiliriz? Onların coşkularına katılıp nasıl dostları olabiliriz? Onları bu ilgi görme savaşında anne ve babaları olarak desteklemezsek onlar bu yaşam savaşını nasıl başarı ile sürdürebilirler? Çocuklarımızın ve gençlerimizin her fırsatta bizlerin ilgisini istemeleri bunun için adeta yakarmaları ve haykırmaları boşuna değildir. Zira, çocuklarımızla ve gençlerimizle ilgili yaşanan bir olumsuzlukta onların ağzından duyduğumuz ve bizlere acı veren sözler, genellikle anne ve babalar olarak ilgisizliğimiz ya da olumsuz ilgimiz ilgili sözlerdir. “Benimle ilgilenmiyorlardı”,“Benimle konuşmuyorlardı”,“Beni dinlemiyorlardı”, “Bana kızıyorlar,bağırıp- çağırıyorlardı”, “Beni dövüyorlardı”, ... gibi acı ama gerçek sözleri sık sık büyük çıkmazların içindeki gençlerimizden ne yazık ki hep duymaktayız. Bilelim ki anne, baba ve çocuk arasında yaşanan bütün olumsuzlukların başlangıç noktası anne-babadır.
Bir canlı için özellikle de biz insanlar için en kötü şey ilgi görmemektir. Bu durum hiçlik yani yokluk anlamına geleceğinden böyle bir durama olumsuz ilgiyi ve belki de dövülmeyi, itilip-kakılmayı tercih ederiz. İlgi çekmek için çoğu zaman yaptığımız anormal davranışların altında bu duygu vardır. Bu nedenle insanlara, özellikle de çocuklarımıza ilgisiz olmayalım. İlgisiz anne, ilgisiz baba, ilgisiz eş, ilgisiz öğretmen, ilgisiz yönetici, ilgisiz amca-dayı, ilgisiz arkadaş kısacası ilgisiz insan nitelemelerine muhatap olmak ne kötüdür.
Ancak, ilginin de aşırısının zararlı olduğunu unutmayalım. Bu noktada sizlerle bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. İki arkadaş ormanda yürürlerken kozasından çıkmaya çalışan bir kelebek görürler. İçlerinden birisi yavruya acıyarak onu kozadan kendi elleriyle çıkartmaya karar verir. Kozayı itina ile açarak kelebek yavrusunu özgürlüğüne kavuşturur. Ancak yavru uçamaz ve ayaklarının dibine düşerek ölür. Özgürlüğün tadına hiç varamaz. Zira yavru kendi çabasıyla kozadan kurtulmaya çalışırken güçlenecek ve bu güçle uçabilecekti. Kelebeğe gösterilen bu bilinçsiz ve aşırı ilgi onun hayatına mal olmuştu.
Öyleyse gelin; bu hikayeden kendimize dersler çıkartarak, başta gelişme yeteneklerini sınama evresinde olan çocuklarımız olmak üzere diğer tüm insanlara ve canlılara ilgimizi gösterirken bilinçsizce aşırı ilgi ve aşırı koruyucu durumlardan da kaçınalım. Kozalarını kendi ellerimizle açarak onları güçsüz, pasif, kendine güvensiz ve kendi ayakları üstünde duramayacak duruma getirmeyelim. Kabiliyetlerini köreltmeyelim. Olumsuz ilginin belirtileri olan eleştiriler, nefret belirtileri, gülünç bulmalar, küçümsemeler, tepeden bakmalardan kaçınırken, olumlu ilginin belirtileri olan övme, teşekkür, iftihar etme, hayranlık duyma, dikkatlice dinleme, zaman ayırma, gülümseme, selamlaşma, hatır sorma, başını okşama, sırtını sıvazlama, kucaklama, öpme....gibi söz ve davranışlarımızla kişilerin maneviyatlarını, kendine güvenlerini ve hayata bağlılıklarını arttıralım. İnsanlara nesneymiş gibi davranmayalım. İlginin yaşantımızda güzelliklerin ve başarıların ilk basamağı olduğunu bilerek bu basamağı mutlaka kullanalım. İnsanlarla ve tüm canlılarla sürekli ilgilenerek duygusal hesabımıza yatırımlar yapalım. Sevdiklerimizin sevgi deposunu dolu tutmak için onlara değerli olduklarını hissettiren ilgimizi eksik etmeyelim. İlgimizi gösterirken dürüst ve içten olalım. Karşılık görmesek de ilgimizi göstermeye devam edelim. Unutmayalım, en olumsuz ve sinir bozucu davranışın ardında bile ilgi görmek için çırpınan mutsuz bir insan vardır. Göstereceğimiz ilgi ise hem onları hem de bizi mutlu edecektir.